Eski Aşklar 1

 

"İlkokulun yumurta kokan tebeşir lekeli yıllarıydı” solculuk oynamaya henüz erken ve kontrgerillanın ne anlama geldiğini daha bilmediğimiz o yıllarda orta okula ilk adımımızı atmıştık.Tabiri caizse artık büyümüştük.Pantolonun üstüne ceket,boyuna kravat takmaya başladığımız o  büyümüş adam rolünü daha iyi oynamak için başımıza kasket bile takmıştık (Pardon.Takmışlardı) Her karşılaşmamızda öğretmenlerimize,müdürümüze asker selamı verir olmuştuk. Selam verme tekniklerini öğrenmek için de,beden eğitimi dersleri kuşkusuz askeri bir disiplin içinde geçerdi.

      Pürüzsüz geçen ders zamanları;Hiçbir eğlencesi ve sosyal etkinliği olmayan  ikinci sınıf bir şehrin çocukları için inanılmaz neşe kaynağı oluyordu. (Yılmaz Güney filmlerinde çift tabanca ile kötü adamları birer ikişer düşürmesinden aldığımız hazzı saymazsak) Her şey mükemmeldi.Tarihi su gibi ezberler Atilla ile Hazar denizinin kuzeyinden taaaaaaaaaa Macaristan’lara kadar ilerlerdik.Okul duvarlarımızı süsleyen büyük Hun imparatoru Oğuz Han’ın resmini belleğimize işleyip,Berham Hoca’nın (Allah Rahmet eylesin) pürüzleri düzelsin diye cam kırıkları ile el işi derslerinde kazıttığı kahverengi tahta sıraların gıcırtısının oluşturduğu fon müziği eşliğinde Orta Asya steplerinde Çinli avına çıkardık. Bembeyaz bir duvarın işlenmeye hazır yüzü gibi idik.Hatta,kendimizi tarihe öyle çok kaptırırdık ki aynaya bakıp,bakıp çekik gözlerimizin nereye saklandığını saatlerce aradığımız olurdu.

      O dönemler gençliğin en tehlikeli dönemleridir. O yıllar:Cinsellik kavramının kelime haznemizi zenginleştirmek için kapıyı pencereyi zorladığı yıllardır.Hayal gücünden öte cinsel fantezileri olmayan ikinci sınıf bu şehrin ortaokul sıralarında okuyan zamanın en asi gençleri bizler,utandığımızdan Feri Cansel’in filminin ne zaman Patnos’a geleceğini Fuat Abiye (Süphandağı) sorma cesaretini gösteremez, Yılmaz Güney’in filmlerinde neden öpüşmediğini ciddi,ciddi tartışırdık. O yıllarda cinselliğin ayıp sözcüklerini kullanmamanın büyülü bir atmosferi kamufle ettiğini fark ettiğimizde de aşkla çoktan tanışmıştık.

      Belki ikinci sınıf bir şehrin, hayatın gerçekleri ile ilk defa baş başa kalan gençleri olabilirdik ama aşkımız hep birinci sınıftı. İlahi bir aşkla bağlı idik sevdiklerimize. Sevdiğimizin adını en yakın arkadaşımıza bile söylemeye çekinirdik. Reddedileceğimizi bildiğimizden asla sevdiğimizin karşısına çıkıp çıkma teklifi yapamazdık. Bırak çıkmayı, ona O’nu sevdiğimizi bile söyleyemezdik. Bilirdik,hayallerimizi süsleyen o gizem sarayının tek bir kelime İle yıkılacağını..Susardık

      Bizde aşk: Sevdiğimizin, burnunu silmek için kullandığı ve sonra çöpe attığı mendili oradan çıkarıp aylarca göğsümüzde saklamaktı.Kalbimizin dinmek bilmeyen sancılarını,kuruduktan sonra en ufak harekette bile göğsümüzde hışırdayıp duran bu mendilin sesi ile avutmaktı.,.Okulun tuvaletinden çıkan sevdiğimizin orada olsa,olsa ellerini yıkamıştır.Ya da o güzelim saçlarına çeki düzen vermek üzere aynayı kullanmıştır mantığının ağır bastığı bir yaklaşımdı aşkımız.Ötesini düşünmemiz imkansızdı.Çünkü sevdiğimiz,sıradan insanların yaptığı davranışları yapamayacak kadar melekti.Ha… arada bir şeytanın dürttüğü duygular yok muydu? Vardı elbet.Fakat bu hayvani duygu uzun süreli olmazdı.Bütün melekler toplanıp şeytanın o çocuk yüreğimize dayattığı kötü düşünceyi çar çabuk tekzip eder.Tüm masumiyeti ile sevdiğimizin ne kadar kutsal olduğunu tekrar,tekrar tescil ederdi.>>>> Devamı haftaya

 

                                                                               Seyfettin Esin